Ginjinha ve Porto ile Tatlı Lizbon

Lizbon’a gitmeden önceki fikrim (herhalde küçük bir ülke olduğu için) ufak tefek bir şehir olduğu yönündeydi. Ancak gittiğim gün fikrim tamamen değişti, İstanbul’a benzerliğinin tepelerden ibaret olduğunu düşünürken, kalabalık ve karmaşıklığının da tıpatıp olduğundan haberim yoktu. Otelimizi eski şehirde seçmiştik, hem merkezi olması hem de bizim geçmişe olan merakımız yüzünden…  Odamıza yerleşir yerleşmez ilk işimiz en az porto ya da vinho verde kadar ünlü olan “ ginjinha” yani vişne likörü içmek oldu. Bunu içmenin saati yok sabah erken saatlerde açılan küçücük dükkanlar gece geç saatlere kadar açık, herkes bir kadeh içip yoluna devam ediyor,  birkaç yabani vişne ve likör büyük bir ustalıkla kadehe servis ediliyor, yalnız dikkatli olmak gerekiyor, uzunca süre alkolün içinde beklemiş vişnelerin tadı epeyce sert, tadı benim kendime göre yarattığım vişne likörüne oldukça benziyor.


Sonra, bir arkadaşımızın gitmemizi önerdiği, Porto Müzesi’ni aramaya koyulduk, ne kadar arasak da bulamayınca ve çok acıkınca oturduğumuz  yerde, domates soslu sardalye yiyip  yeşil şarap (vinho verde) içerken, sorduk ve tarif almak istedik ancak aldığımız cevap ilginçti, burada öyle bir müze ne yazık ki yok, bu müze Porto şehrinde…  Yemekten sonra geldiğimiz gibi asansörle değil de yürüyerek aşağıya inerken, daracık sokaklarda sıralanmış mekanlardan akşam yemek yiyeceğimiz yeri belirlemiştik bile.

Akşam olduğunda, şu ünlü sarı tramvay turunu yapmak için; kısa bir yürüyüşten sonra 29 numaralı araca binerek turu tamamladık, ancak şarap ve likörün etkisiyle olsa gerek tamamen kafam karışarak yön duygumu kaybettim. Ancak ertesi gün Lizbon ‘da ne nerede netleşmişti benim için. Sonra yemek için öğlen belirlemiş olduğumuz “Faca ve Garfo”ya gittik, Portekiz mutfağından örneklerin sergilendiği bu mekanda, Ahmet, yine sardalye ancak bu sefer ızgara ben de kalamar ızgara tabii yanında salata ve son zamanlarda yediğimiz en güzel patates kızartması, sıcacık, çıtır çıtır ve gerçek patates, dondurulmamış hiçbir işlemden geçirilmemiş, tabii bir beyaz şarap  Casa Ferreirinha Planalto  Reserva 2011.Gerçekten, güzel bir yemekti. Üzerine de artık zamanı geldiği için birer porto içmeden olmazdı , Ahmet bir de puro yakmayı ihmal etmedi tabii ki…

Ertesi gün biraz şarap satış yerlerini keşfetmeye çıktık her gezimiz de olduğu gibi, Bairro Alto’da Napoleao ‘da oldukça fazla seçenek ve bilgilendirmek için bekleyen güler yüzlü satış görevlileri var. Bize bir çok seçenekten tattırarak, bilgi verdi, şaraplar, likörler, portolar ve de brendiler tattık, oldukça bilgilendiriciydi. Sonra karşıdaki şarap kavına  Borges Porto‘ya geçtik, orada da bir birkaç porto örneği tattık, ancak buradaki asıl surpriz Ahmet’in yıllar sonra karşısına çıkan Logan 12 yıllık viski oldu…

Lizbon’ a gelip de Belem’e gitmemek olmaz, hızlı tramvaya binerek ulaştığımız Belem’de biraz dolaşıp fotoğraf çektikten ve ünlü Vasco de Gama’nın mezarını gördükten sonra, sıra “Pasteis de Belem”e gelmişti. Biz şanslıydık duyduğumuz o uzun kuyruklarda beklemeden hemen masamıza oturduk, kahvemizi ve pastamızı söyledik, milföy hamuru ile yapılan içi ılık krema ile dolu ve üzerine tarçın serpilerek yeniyor, çok lezzetli ancak iki tanesi benim için çok fazlaydı. Mekan çok güzel, iç içe açılan kapılar, sonradan eklenmiş aslında küçücük ve kalabalık bir girişi var çok turistik ne yazık ki…

Artık Fado dinlemeye gitme zamanı, hava karardı ve bir sürü seçenek var.  Hem yemek yiyebileceğimiz hem de fado dinleyebileceğimiz “Adega Machado”yu seçiyoruz. Yürüyerek gitmek yerine yine tramvayı tercih ediyoruz, beş dakikalık bir yolculuktan sonra, bizim gibi fado dinlemeye gittiği her halinden belli olan insanlarla hep birlikte iniyoruz. Bütün sokaklar fado mekanlarıyla dolu, sağdan soldan buraya gelin sesleri yükseliyor, herkes bir yerleri seçerek giriyor, biz kararlı adımlarla  kararlaştırdığımız yere gelerek, kapıdan içeri girdik, her zamanki gibi rezervasyonumuz olmadığını söyledik ve  yine her zamanki gibi geri çevrilmedik. Oldukça şık bir yer olması beni şaşırtsa da masamıza oturduk, servis ile görevli hanımefendi fado başlamadan içecek siparişini verebileceğimizi kibarca hatırlattı, çünkü fado sırasında hiçbir şekilde servis yapılmıyor, içeri kimse alınmıyor. Biz de hemen Julia Kemper Dâo 2011 şarabımızı ve suyumuzu söyledik. Zaten hemen ardından fado başladı, bittiğinde şarabımız masamızdaydı, o arada yemeklerimizi söyledik. Ben balıklı bir makarna, Ahmet oraya özgü bir balık olan Bacalahau söyledi. Tüm gece fado, yemek ve şarapla geçti, özellikle iki fadistanın sesi müthişti, çok etkileyici bir geceydi. Ancak bir daha Lizbon’a gidersem ki niyetim var, sadece fado dinlemeye gideceğim daha salaş bir mekanda,  sanki o daha çok uyuyor böyle bir müziğin ruhuna…………

 

3/31/2013
Yorum