Sonsuz Beyaz

Aklımda kalan haliyle şöyle idi;

‘Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu
Birinciliği BEYAZ’a verdiler’.

Küçük bir girişi vardı. Belki 3-4 masa ya da koltuk. Dar koridorun bir yanında küçük masalar nihayetinde daha geniş bir alana ulaşıyordu. Sol yanda bir bar ve hemen köşesinde çok da sofistike olmayan, ama doyurucu, tek kap içinde ister kuru fasulye ister türlü olsun, kaynıyordu. Sağ yandaki duvarda ise  her çeşit kitaplarla dolu kütüphane. Karnını doyur, gönlünü ve aklını besle. İstersen yanında bir kadeh de şarabın. ASAF’a hoş geldiniz!

Kırk yıl öncesinden bahsediyorum. Artık o bar da, Özdemir Asaf da yok. Ama dizeleri ölümsüz;
‘Uzağa değil usta öteye hep ÖTEYE gitti
YALNIZLIĞI ondandır’
demişti.

Uçak karlarla kaplı Kars Havaalanı’na inerken pencereden yansıyan ışığa bakmak olanaksızdı. Her yer bembeyaz. Dingin, kuru bir soğuk. Halit Paşa Caddesi’ndeki otelimize ilerlerken, Orhan Pamuk’un kahramanı Ka’nın bir yandan şehri anılarındaki ile karşılaştırmasını öte yandan  karlar içinde Lacivert’e ulaşmaya çalışırken Kars’ı tarif edişini hatırlıyorum:
‘Karın altında her şey silinmiş, kaybolmuş gibiydi’.
Evet kar öylesine sarıp sarmalamıştı ki Kars’ı, kah bir şeyleri gizliyor kah sinema perdesi olmuş zemininde abartarak sunuyordu.

İlk iş Kars Kalesi’ne gitmek. Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin 1153’te yaptırmış kaleyi. Bütün şehir ayaklar altında, Kaleiçi mahallesi ardında. Kars Çayı üzerindeki 1579 tarihli üç kemerli Taş Köprü’den geçiyoruz ve Havariler Kilisesi’ne    varıyoruz. Ermeni Bagratlı Kralı Abas 937’de bitirmiş kiliseyi, takiben şehri ele geçiren Selçuklular 1064’de camiye çevirmiş ve Kümbet Cami demişler. Doğunun Ayasofya’sı olarak bilinmekte, kubbesinin etrafında 12 havarinin taş kabartmaları var.

Rus-Baltık tarzı mimari örneklerini ve Ahmet Tevfik Paşa Konağı gibi seyrek Osmanlı yapılarını beğeni ile geziyoruz. Bazalt taşlar ile örülmüş Rus yapılarında, odaları ayıran duvarın köşesinde yarım daire biçiminde konuşlandırılmış ‘Peç’ denilen soba sistemi ile aynı anda iki ya da dört oda
ısıtılırmış.
Gece otelimizde beklediğimiz an geliyor. Evelik otu çorbası, yeşil mercimekli bulgur pilavı üzerinde karın altında kurutulup-tuzlanarak işlenmiş kaz ve ‘şirni’  yani tatlı çeçil peyniri geliyor soframıza. İnce, lime lime iyi pişmiş kaz mercimekli bulgura çok yakışmış.Yanında bir Stellenboch tadıyor ve kaza yazık etmiyoruz. Çeçil tatlısı ve okkalı bir Türk kahvesi şenlendiriyor damağımızı.

Sonra yemek alanı sinema salonuna çevriliyor ve başrollerini Tarık Akan ile Şerif Sezer’in paylaştıkları Murat Saraçoğlu’nun ‘Deli Deli Olma’ isimli mükemmel filmini seyrediyoruz. Malakanlar’ı anlatıyor film. Savaş karşıtı Malakanlar’ı. İnançları gereği ellerine silah almayan, silaha dokunmayı ret eden insanları. Öyleki zorunlu koşullarda savaşa gitmek yerine gerçekten ‘gitmeyi’ seçen bu insanlar 93 harbi sırasında Rusya’dan göç ederek Kars çevresine yerleşmişler. Bolşevik devriminin ardından önemli bir kısmı geri dönmeye başlamış. Yaşlıları öldükçe giderek azalmışlar ve nihayet filmin konusu da olan son Malakan, babasını toprağa vererek inanılmaz bir yalnızlık içine düşmüşken, kısa bir süre de olsa, piyano çalarken, onu gizlice dinleyen bir küçük Kars’lı kız çocuğu bağlar hayata. Küçük kıza piyano çalmayı öğretecek ve en kıymetli şeyini, piyanosunu, at arabasına yükleyip küçük kızın evine götürüp, verecektir.

Sabah. Pırıl pırıl bir gün. Güneş gözlüğü ve krem şart. Ocaklı’ya Ani Antik Şehri’ne gidiyoruz. Merkeze sadece 42 km uzaklıkta. Arpaçay Türkiye-Ermenistan sınırını oluştuyor. Çayın batısında volkanik tüf tabakası üzerinde kurulu orta çağ kenti Ani M.Ö 5000’lere uzanmasına karşın belirgin yerleşim Urartu döneminde olmuş. Şehrin surlarını 961’de Kral III.Aşot yaptırmış. Şehrin büyümesine uyarak her dönemde surlar yenilenmiş. Surların uzunluğu yaklaşık 4,5 km. Selçuklu Sultanı Alpaslan 1064’de Ani’yi ve Kars’ı alır. O tarihten sonra  İpek Yolu’nda Anadolu’nun kapısı olur Ani. Selçuklu 12. yüzyılda büyük bir kervansaray yapar, bugün halen ayakta duran. Bu dönemde nüfusunun 150.000’e ulaştığı kaydedilmiş.
45-50 cm kar içinde bata çıka ilerliyoruz. Sık aralıklı kuleler ile desteklenmiş surlar arasındaki Aslanlı Kapı’dan şehre giriyoruz. Kapıdaki kitabede şöyle yazıyor;
‘Ebu’l Şuca Manuçehr Han bu burçları baki kala diye bina eyledi’.

Sağımızda,ileride onarımda olan Abukhamrents (Aziz Krikor) Kilisesi ve ondan biraz geride sadece yıkıntıları kalmış Kral Gagik Kilisesi hüzünlü duruyorlar.  Oysa Kral, İsa’nın doğumunun bininci yılı anısına 1005 yılında bitirmiş kiliseyi. Açılışındaki şenlikleri, duaları duymaya çalışıyorum. Oysa karlar altındaki Ani’de ince, tiz bir sessizlik var.
Biraz daha ilerleyince Ebul Menuçehr Cami’ye ulaşıyoruz. 1072 yılında yapılan Anadolu’daki ilk Türk camisi. Arpaçay vadisine bakıyor. Yanında 90 basamaklı taş minaresi var. Zemin kattan vadiye bakıldığında kırmızı taştan yapılmış Genç Kızlar Kilisesi görülüyor. Az ilerisinde yalnızlığı, kimsesizliği, iletişimsizliği simgeleyen 10. yüzyıl yapımı yıkık taş İpek Yolu Köprüsü iki ülkeyi birleştiremiyor.

Beyaz ve soğuğun ortasında koyunlarını güden çoban tamam da, koyunlar bilir mi sınırı, tel örgüyü, mayını. Ya da neden o taraf değil de bu taraf olmalı otladıkları? Ya da Karadeniz’e döne döne akan nazlı nehrin iki yanında belki de hısım, akraba o insanlar birbirlerinin sesini duyarken neden gidemezler birbirlerine gönlünce. Nedir SINIR.  Nedir Beyaz, Öte ve Yalnızlık. Son Malakan’ın duyguları, yalnızlığı tanımlanabilir mi?

Büyük bir daire şeklinde yürüyüşümüzle Ani’nin en büyük yapısı olan, Kral II.Sembat’ın 989’da başlattığı ve Kral Gagik’in annesi Katranide’nin 1001 yılında bitirebildiği Büyük Katedral’e ulaşıyoruz. Mimarı, İstanbulda’ki Ayasofya’nın büyük onarımını da yapmış olan Tiridat Usta. Son derece zarif kolonlar , oymalı ve kabartmalı pencereler, kör kemerler ile çevrili yapı kırmızı tüften yapılmış. Beyazın, sessizliğin ve yalnızlığın ortasında zamana direnmeye çalışıyor. Yalnızlık giderek bizi de içine çekiyor. Hem ısınmak hem de bundan sıyrılmak için cebimde taşıdığım Havana Purosu ve Armagnac ile ‘Keyif Notu’ yapıyorum. Artık daha iyi hissediyorum kendimi.

Hadi diyor dostlarım. İlerliyoruz. Sol yanımda bir yarısı kalmış  Keçel (Aziz  Prkich) Kilisesi, önümde beyaz bir boşluk. Anlamsızlık. Sonsuzluk hissi. Evrendeki 15. büyük gezegen Antares bilgisayar ekranımızın bir köşesinde tuğla kırmızısı rengiyle belirdiğinde güneşimiz o ekranın sadece 1 (yazıyla da bir) pixeli boyutunda kalıyor. Güneş Sistemi’mizin en büyük gezegeni Jüpiter bile bu boyutta gösterilemiyor ki Dünya’nın esamesi okunmuyor. Belki de biz aslında yokuz. Hemen korkmayın. Relatif olarak demek istiyorum. Kars’daki, Ani’deki hiçlikle örtüşüyor.

Arada süslü kırmızılı, sarılı, mavili süsler eklenmiş asker neftisi koşumları taşıyan iki doru kısrak birbirleriyle yarışırcasına, soluk soluğa çekiyorlar ahşap el yapısı kızaklı arabayı. Beyazın ortasında, güneşe doğru, yani sonsuzluğa dörtnala gidiyoruz..Çıldır’da, donmuş suyun üstündeyiz. Kah eşgüdümlü, kah aksak koşuyorlar atlar. Gözümü kapatsam bile hissediyorum. Bıçak gibi kesen soğuk ayaz suratıma sıvanıyor. Çaresiz apar topar göl kıyısında Atalay’ın Yeri’nde döküm sobanın yanında buluyorum kendimi. Ardından şölen başlıyor. Yağlanmış, buzda açılan küçük aralıklardan tutulan sazan tava, süzme yoğurt, salata, kars gravyeri ve rakı. Buz istediğimizde bir kürek kar getiriyorlar dışardan. Duvarda Mustafa Kemal’in 7 Şubat 1923 yılında minbere çıkarak Balıkesir Paşa Camii’nde yaptığı konuşmanın tam metni.

Soğuk, beyaz, karda uzun yürüyüş yoruyor hepimizi. Otelimizde ayran aşı çorbası, revan köfte ve safranlı pilav yiyoruz. Sonrasında bir çeşit un helvası olan umaç getiriyorlar. Yemeği takiben deyişler söyleyen, öyküler anlatan ve atışan iki aşık yetenekleri ile yetinmeyip isimlerimizden yola çıkarak bize dörtlükler güzelliyorlar. Uzun beyaz sakallarımdan dolayı bana verdikleri isim Malakan. Yadırgamıyor hatta içten içe benimsiyorum.

Dönüş günümüz. Erken kalkıp güzel bir kahvaltı yapıyorum. Masada gravyer, eski kaşar, tulum ve çeçil var. Bir de olağan üstü bal. Sarıkamış’a doğru yola çıkıyoruz. Hava eksi 24 derece. Aralık 1914-Ocak 1915 arasında tam doksan bin şehit verdiğimiz yerdeyim. Kayıtlar o dönem havanın eksi 40 ila eksi 50 derece arasında olduğunu bildiriyor. Yine sessizlik, al bayrağımızın dalgalandığı direk, birbirine dayanarak yardımlaşan iki asker heykeli ve taş bir anıt. Karlar altında doksan bin can. Yıkık duran İpek Yolu Köprüsü. Tekrar sessizlik.

Bir dost koluma dokunuyor. Seyahatin başından beri tüm birikimini bizimle paylaşan ‘Ana Tanrıça’dan Mevlana’ya’ isimli kitabın yazarı Ali Canip Olgunlu yanıma geliyor. O anı belgeliyoruz..Yaklaşık 53 kilometre olan asfalt yolun sonuna doğru solumuzda Rus Çarı II. Nikola ve eşi Katerina’nın 1916 yılında kaldıkları, tek katlı, özgün ahşap av köşkünü geçiyoruz. İşte kristal ipeksi karların örttüğü ve kayın ağaçlarının süslediği Sarıkamış’dayız. ‘Karlı Kayın Ormanı’nda. Nazım’ı düşünüyorum. O’da beyazın, sessizliğin ve yalnızlığın ortasında tarif etmişti zamana karşı direnen yaratıcılığı;

‘Bende boz bir halısı var,
Bir de kitabı imzalı.
Elden ele geçer kitap,
Daha yüzyıl yaşar halı.’

Yorgun ama dingin hissediyorum kendimi. Ne olursa olsun artık, ya da her şey olabilir kimin umurunda. Beyaz, Kale, Sessizlik, Soğuk, Ani, Lacivert, Köprü, Öte, Sınır, Sonsuzluk ve tabi dehşetli bir Yalnızlık.
Bu rüya  Asaf’la  başlamıştı, onunla bitirelim. Ne demişti Usta;

‘Yalnızlık paylaşılmaz.
Paylaşılsa yalnızlık olmaz’.

Yorum