Arcadia; Cennetin Diğer Adı

Aslında uyum içinde, bozulmamış doğadan oluşan kendi cennetlerini yani ‘Arcadia’yı kurma hayaliyle yola çıkmışlar. Üşenmemiş Trakya’da tam 15.000 kilometre yol yaparak aramışlar bu cennetlerini. Hemen bulduk da dememişler. Araziden tam 7000 örnek toplayarak toprak analizlerini tamamlamışlar. Ve sonunda inanmışlar; burası, evet burası olacak ‘Arcadia’ları. Sonra içinde tepeler, küçük göletler, korular olan 240 hektarlık bu arazide bağlarını  dikmiş, şaraphanelerini kurmuş nihayet kadehimizde sonlanan güzel şarapları üretmeye başlamışlar.
Gün ortasına doğru vardık Arcadia’ya. İstanbul’a yaklaşık 2 saat mesafede. Olağanüstü güzel bir doğa. Bizi Özcan Arca ve kızı Zeynep Arca Şallıel karşılıyorlar.   Bağlara bakan kamelyada beyaz tiril gömlekli garsonlar bize Arcadia’nın üç ayrı serisinden; fresh, finesse ve koleksiyon serilerinden güzel şaraplar sunuyorlar. Önce Fresh Cabernet Plus Roze 2010 tadıyoruz. Açık somon renginde burunda çilek, nektarin ve yasemin aromalı son derece zarif bir şarap. Ardından Pinot Gri- Sauvignon Gri kupajı Finesse Arcadia Gri 2011 geliyor. Burunda limon, şeftali, mandalina ve Pinot Gri’den gelen fındıksı profille canlı, sevimli bir şarap. Çok iyi soğutulmuş bu güzel şaraplara crostini üzerinde dağ mantarları sotesi, roka dilimleri ve beyaz peynir, ardından kapari çiçekleri ile hazırlanmış somon tartar ve nihayet bıldırcın yumurtası üzerine siyah havyar ile frenk soğanı gibi tamamlayıcı tatlar eşlik ediyor. Kamelyadan geniş bağ arazisinin önemli bir bölümünü izleyebiliyoruz. Sıcak bir gün ama ödüllü 2009 Sauvignon Gri damaklarımızda narenciye, gül, badem, armut ve limon aromalarıyla unutulmayacak, olağanüstü tatlar bırakıyor.

Ardından grubumuz bağda bir yürüyüşe çıkıyor. Özcan Arca heyecanla Arcadia Şarapları’nı sadece kendi bağlarında yetişen üzümlerden üretiklerini, 350 dönümlük bağ arazisinde  Cabernet Sauvignon, Cabernet Franc, Merlot, Sauvignon Blanc, Sauvignon Gris, Sangiovese, Pinot Gris, Öküzgözü ve Narince’den oluşan dokuz farklı cins üzüm yetiştirdiklerini anlatıyor. Bağlar  Lüleburgaz’ın kuzeyi ile Istranca Dağları arasındaki bu bölgede yaklaşık 150 metrelik bir rakımda, karasal iklim özellikleri gösteren, gece gündüz sıcaklık farklarının yüksek olduğu bir konumda yer alıyor. Dünyada da yeni bir terbiye sistemi olan,  üzüm olgunluğu ve kalitesini arttırmaya yönelik V şeklinde bir sisteme taşıtılan, iki koldan oluşan Lyre  askılama sistemi ile desteklenmiş bağ arazisinde uzun bir yürüyüş yapıyoruz.

Özel tasarımı sayesinde üzümlerin sadece yerçekimiyle, pompa ve benzeri mekanik yöntemler kullanılmadan aktarıldığı şaraphane girişinde ayaklarımıza galoşlarımızı geçirip sıcaktan kaçmak için biran önce  içeri girmeye çalışıyoruz. İşte o anda çarpılıyoruz. Şarap tankları üzerinde kurulu platformda bir klasik müzik yaylı kuartet’i  Mozart’tan Divertimento çalmaya başlıyor.  Gözlerimiz doluyor, elimizde kadehlerimiz, sessizce dinliyoruz Edirne Trakya Üniversitesi Konservatuarı’ndan mezun yetenekli müzisyenleri. İlk ürünlerini 2010 yılında pazara sunan genç bir üreticinin güzel şaraplarını sunduğu sofistike kültürel boyut hepimizi etkiliyor. Bizim milli içkimiz ayrandır’ dayatmasını üzülerek hatırlıyorum. Milli içkimiz olan ayranın ham maddesinin üretildiği mandıraları Osmanlı’nın Bulgar’lara emanet ettiğini, bir milli içkiden bahsedilecek ise atalarımızın %3-4 alkollü kımız içtiklerini düşünüyorum. Ama en çok bu topraklar için, bu toprakların şarap kültürü için üzülüyorum.

Arkeobotanistlere göre üzüm Gürcistan-Ermenistan-Doğu Anadolu üçgeni içinde bir yerde ehlileştirilmiş ve ilk bağlar oluşmuştur. Üstelik Eski Ahit’te de Kuran’da da anlatılır ki Nuh Peygamber ilk üzüm yetiştiren, bağ kuran ve şarap yapandır. Yukarıda tanımlanan üçgene uyacak biçimde Ağrı Dağı’nın zirvesinde bağ kurması ve şarap üretmesi mitolojik eserlere bile konu olmuştur. Üzüm buradan Levant ülkesine ( bugünkü Filistin-İsrail),  Mısır ve Batı Anadolu’ya yayılmıştır. Karbon-14 testi ile yapılan çalışmalarda erken dönem üzüm Diyarbakır-Ergani’deki erken neolitik yerleşim olan Çayönü’nde (MÖ 7250-6750) bulunmuştur.  Nuh’dan da eski olan Gılgamış destanında 10. tablette şöyle der; Gılgamış ölümsüzlüğü ararken güneşin ülkesine varır, orada şarabını içenin ölümsüz olacağı büyülü bağları bulur. Asmalar ‘meyve yerine yakutlar yüklüdür’ ve bunlar ‘salkım salkım sarkarlar, onlara bakması o denli güzeldir’.Mısır’da MÖ 2470 yılı kayıtlı amforalarda ‘Anadolu’dan gelen şarap’ ibaresi bulunmuştur.Anadolu’da şarapla beraber ona eşlik eden sanatlar da gelişmiştir. Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde altın ve gümüş kupalar, içi boş hayvan başlı kase ve karaflar bulunmaktadır. Özetle bu topraklarda 9000 yıldır bağcılık ve onun doğal uzantısı şarapçılık yapılmakta. Bir kültürden bahsedeceksek övünülecek kültür bu. Hiçbir batılının sahip olamadığı ama keşke dediği asıl kıymet bu.

Kafamda uçuşan bu düşüncelerden ancak dostlarımın müzisyenlerimizi alkışlamaları üzerine sıyrılıyorum. Fıçılardan, tanklardan çekilmiş henüz şişelenmemiş yeni rekolteleri tadıyoruz büyük bir keyifle. Ardından düşünce ve yorumlarımızı dile getiriyoruz. Kendi adıma S. Blanc-Narince 2011 kupajı, Arcadia A Cabernet Franc 2011 ile henüz şişelenmemiş 2012 Cabernet Franc ve 2012 Cabernet Sauvignon’ları beğeniyorum. Üreticilerimiz ve birlikte çalıştıkları operasyon ve bağlardan sorumlu Abdülkadir Bora, Gıda Mühendisi Hikmet Ataman, Yüksek Gıda Mühendisi F.Güneş Yener   bizi can kulağıyla dinliyor, notlar alıyorlar. Bu denli kısa sürede varılan mükemmele yakın sonuçlar işlerine ne büyük aşkla sarıldıklarını gösteriyor. Ardından yemek için tekrar kamelyaya dönüyoruz. Masa düzeni kurulmuş, kolalı beyaz örtüler, mükemmel bir servis yanı sıra müzisyenlerimiz bize yemekte bu kez Astor Piazzola’dan tangolar çalıyorlar. Bandeneon’ları yok ama iki keman, bir viyola ve bir viyolonsel ile Piazzola yorumları mükemmel. Bu güzel müziğe ve Özcan beyin elleri ile hazırladığı kararında pişmiş bonfileye Arcadia A Cabernet Franc 2011 ve Cabernet Sauvignon, Cabernet Franc, Merlot kupajı olan Arcadia Finesse Kırmızı Blend 2009 eşlik ediyor. Burunda kırmızı ve siyah meyve, erik, böğürtlen ve yaban mersini aromalarıyla giden güçlü gövdeli, canlı ve oldukça uzun bitişli bir şarap Blend 2009.

Sabah yaptığımız Edirne turunu düşünüyorum. Dar bir üçgen içindeki olağanüstü mimari eserleri. Bu ve benzeri estetikleri yapan, yaptıran o dönem dünyasının en güçlü erkleri yani sultanları biri hariç şarap kültürüne yasaklar getirmeye çalışmamışlardı. Üç semavi din olarak aynı Tanrı’ya inanıyorduk ama bize yasak olanı, belgelere göre Son Akşam Yemeği’nde’ İsa Peygamber bir kadehe doldurup 12 havarisine sırayla uzatmış, ‘bu şaraptan içiniz, bu benim akıtılacak olan kanımdır’ dememişmiydi?

Yine düşüncelere dalıyorum. Evrenin 15 milyar yıl önce büyük bir patlamayla oluştuğunu hatırlıyorum. Lemaitre’ın Einstein’ın görecelilik kuramına dayanarak ortaya attığı genleşen evren hem Edwin Hubble’ın dev teleskopu ile gözlenmiş, eğer bu patlama gerçek ise oluşması gereken radyasyonun evrende her tarafta eşit olması gereği ispatlanmış hem de evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang’den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik miktarı ile eşit olduğu gösterilmişti. Eğer evren sonsuz olmuş olsaydı hidrojenin tamamen yanıp helyuma dönüşmesi gerekirdi. Güneşten kopan dünyamız dönmekte olan gaz bulutu iken 4,5 milyar yıl önce yarı sıvı ateşten bir topa dönüşmüş. İşte soğuyan dünyamızda insan bundan yaklaşık 6,5 milyon yıl önce ortaya çıkmaya başlamıştı. Bilim adamları,  Etiopya’da buldukları çok iyi korunmuş bipedestal yani iki ayak üstünde yürüyen insansı fosil ‘Lucy’nin, argon-argon zaman metodu araştırmasına göre 3,2 milyon yıl yaşında olduğunu göstermişlerdi. Yine fosil kayıtlarına göre anatomik olarak çağdaş insan tanımına uyan en eski fosiller 195.000 yıl öncesine aitti ve Afrika’da bulunmuşlardı.
İnsan yani  Homo sapiens  yani   Latince “akıllı insan” veya “bilen insan”ın  evrimi çağdaş evrimci görüşe göre iki aşamalıdır. İlki evrimsel sürekliliğini devam ettiren ve hayvanlar aleminin bir üyesi olan insan. İkincisi insan olarak tanımladığımız varlığa özgü gelişme evreleri.
Bu evrede insan psiko-sosyal (kültürel) bir varlık olarak değerlendirilir. Böylece evrim artık amaçsız bir doğal seçilimden öte kendi amaçları doğrultusunda planlı bir eylemdir. Bu aşamada insan artık kendi evriminin sorumluluğunu taşımaktadır. İnsanın biricikliği – yeganeliği – buradan kaynaklanır.Hayvanlar aleminin üyesi olan insan katı bir determinism yasasına bağlıdır ve itici güç doğal seçilimdir. Oysa kültürel evrim aşamasına ulaşan insan taş alet yapmış, konuşma dili oluşturmuş, bitki ve hayvanları evcilleştirmiş, bağları dikmiş, şarabı yapmış, zanaat ve sanatları kurgulamış, dinler, hukuk kuralları, edebiyat, müzik ve mimariyi bilinçli eylemler ile yaratmıştır.
İnsanın evrimi sadece bir biyolojik olay olarak ele alınamaz. Üzerinde durulması gereken asıl boyut zihindir. Beyin olmadan zihinsel boyut olamaz. Fakat beyin, biyolojik evrimin son ürünü ise , zihin sosyal, kültürel evrimin başlangıcıdır.
Özetle bağ ve şarap sosyal-kültürel evrimimizin bir parçası ve onun doğal mirasıdır. Üç büyük (semavi) dinin başlangıcını Musa peygamberin MÖ 1392’de doğumuyla ele alırsak bugüne kadar geçen süre yaklaşık 3400 yıldır. Evrenin ve dünyanın oluşumu bir yana, fosil insansıların 3,2 milyon yılı düşünüldüğünde semavi dinlerin tarihi 24 saatin sadece 3 dakikasına isabet eder. Bu perspektiften bakıldığında bugünün yasakçı hoyrat yaklaşımının sahiplerine cevabı Hayyam yüzyıllar öncesinden vermiştir;

Yıkık bir saray bu dünya dedikleri
Gece ve gündüz atlarının durak yeri
Yüz Cemşit’den arda kalmış bir dünya bu
Yüz Behram kendinin sanmış bu gökleri

Trakya’da M.Ö 2 yüzyıldan, Traklar’dan beri bağcılık yapılmış. Evliya Çelebi 1658 yılında Kırklareli’ne geldiğinde burada binlerce dönüm bağ bulunduğunu bildirmiş. Eski kayıt ve haritalarda  İğne Ada’ya, Kıyıköy’e geçen, bu limanlara şarapların taşındığı “Şarap Yolu” kaydı var. Şarapların büyük küpler ve fıçılar içerisinde, manda arabalarıyla İğneada ve Kıyıköy’e götürülerek, buradan gemilere yüklenip İtalya ve Fransa’ya gönderildiği biliniyor. Trakya’da 2500 yıldır insanlar bağlarını dikmiş ve şaraplarını üretmişler, özetle kadim bir kültür bu.
Kadim kültürlerde gelenek yanı sıra hoşgörü vardır. İnsanlar birbirlerine nasıl yaşayacaklarını, nerede, nasıl ve kaç tane doğuracaklarını, ne yiyip içeceklerini, nasıl giyineceklerini dikte etmezler. Bu topraklarda yüzlerce kültür geldi, yaşadı ve gitti. Kısa geçmişte (1000 yıldır) ve bugün onlarcası birlikte yaşamaya devam ediyor. Biyolojik evrimini tamamlamış beyinlerin vardığı sosyal-kültürel birlikteliğin toleransıdır bu. Biraz okumak ve duygudaşlık (empati) yapmak yeter. Hermes beş bin yıl önce bir sufi gibi yorumlamamış mı Tanrı’yı, insanı ve evreni;

İnsan var oluşun aynası ve özetidir
Aşağıda olan da yukarıda olan gibidir
Evren ise, büyük çapta bir insandır
İşte birlik mucizesi budur.

Akşam yavaş yavaş gelmekte. Kadehimden Arcadia 333 Geç Hasat Botyridis Sauvignon Blanc 2009’dan biraz daha içiyor ve gökyüzünde birbirine bakan iki takım yıldızı Büyük (ursa major) ve Küçük (ursa minor) Ayı’yı selamlıyorum. Biliyorum onlar çapkın Zeus’un baştan çıkarttığı Callisto ve oğlu Arcas. Orman tanrısı Pan’ın da ülkesi olan ‘cennete’, Arcadia’ya ismini veren Arcas. Kıskanç Hera’nın ayıya çevirdiği annesi Callisto’yu bilmeden okuyla vuran büyük avcı Arcas’ın hüzünlü hikayesi bana bugün bilinçsizce 9000 yıllık, insanlığa ait bir kültürü, Arcadia’yı yani diğer adıyla ‘cenneti’ yok etmeye çalışanları hatırlatıyor.

Yorum