Pendore’nin Işığı Sardis’de Bir Düşe Dönüşürken

Sizin hiç adınıza kayıtlı asmanız-omçanız oldu mu? Arada e-posta kutunuza ilacını attık, budadık, çapaladık diye mesajlar geldi mi? Orada mı? Biliyormusunuz?  Benim artık bu ölümlü dünyada dikili bir ağacım, pardon adıma künyelenmiş bir omçam var. Tam olarak 38 derece 28 dakika kuzey paraleli, 28 derece 23 dakika doğu meridyeninde. Orada. Pendore/Ege bağlarında. O bir Boğazkere. Çok güzel, bakımlı, alımlı. İkinci parselin 6.sırasının 42.omçası o. En güzeli. Tabi bana göre. Kuzguna yavrusu şahin gözükür ya. Bakmaktan gözlerimi alamadım. Sıradakilerle, diğer sıralarla karşılaştırdım. Kesinlikle, evet kesinlikle benim omçam bağlar güzeli!

Sabahın erken saatlerinde İzmir uçağında Şarap Dostları Derneği olarak başkanımız Mustafa Seçkin’le birlikte tam 24 kişiyiz. Hepimizde uykulu gözlerin arasından gizliden gizliye beliren bir tebessüm bir heyecan var. Türkiye’nin en büyük tek parsel bağı, Kavaklıdere-Pendore Ege bağlarını görmeye gidiyoruz. Kavaklıdere Kurumsal İletişim ve Pazarlama Koordinatörü ve Karaf Magazin Sorumlu Yazı İşleri Yönetmeni Meltem Yavuz Yüksel,  Müşteri İlişkileri Koordinatörü Yasemin Taşlıca, Eğitim Sorumlusu Duygu Konya İstanbul’dan itibaren bize eşlik ediyorlar. Havaalanından otobüsümüz ile şehre ilerlerken Altın Köpük sunumu önümüzdeki iki gün boyunca sürecek mükemmel ikramların ipucunu veriyor. Nasılda güzel soğutulmuş, keyifle yol boyu İzmir manzaralarına eşlik ediyor. Levent Marina’nın zarif restoranı La Cigale’de upuzun şık bir masa bizleri bekliyor. Mükemmel yemeklere Narince 2011 ve Pendore Öküzgözü 2010 eşlik ediyor. Hepimiz mutluyuz.

Kemaliye’ye doğru yükselmeye başlıyor otobüsümüz ve bağların arasındaki yolculuk sonrası şaraphane, fıçı kavı, misafirhane ve ofislerden oluşan komplekse varıyoruz. Bizi Eğitim Koordinatörü Levon Bağış kapıları açık hazır bekleyen 7 adet dört çeker ile karşılıyor. Cherokee’leri sürerek Öküzgözü Seyir Terası’na ulaşıyoruz. Güneş ufka yaklaşmakta, keyfimiz yerinde. Kavaklıdere’nin Murahhas Azası Ali Başman orada bekliyor bizi, bağların nasıl kurulduğunu anlatıyor, akıtılan sermayeyi, verilen emeği, beklentilerini, hayallerini. Pendore Türkiye’nin en büyük tek parsel bağı, hemen hemen 200 hektar. Killi-tınlı, killi-kumlu ve kalkerli bir toprak yapısına sahip. Deniz seviyesinden yaklaşık 250 ile 450 metre yüksekte bulunan bağlar genellikle güneye bakıyorlar. Üstelik burada 2005 yılından beri modern sistemlerle tüplü ve açık köklü aşılı asma fidanı da üretiliyor.
Elimizde Altın Köpük’lerle güneş batmadan bir grup fotoğrafı çektiriyoruz. Batmakta olan güneş bize ışık oyunları ile katılıyor. Derinlikler bir uzuyor, bir kayboluyor. Geçmekte olan asma yaprakları güneşle beraber altın sarısı yansımalar ile sihirli bir atmosfer oluşturuyor. Egenin meltemi akşamın gelmekte olduğunu hatırlatıyor.
Ben mütevaziliği hiç elden bırakmayan, biraz kurcaladığınızda şarap ansiklopedisi olduğunu anlayacağınız Levon’la bu lahzayı anılarımıza katıyorum. Terasdan ayrılıyor ve keyifli bir off-road sürüşle Bağ Evi’ne geçiyoruz. Şefimiz Niyazi Usta’nın hazırladığı güzel yemekler, Pendore Şhiraz 2010 ve masamızı sarmalayan bölgeye ilk dikilen ve budanmadan büyümeye bırakılmış Öküzgözü, kahkalar, dostluk, keyifli sohbetler, paylaşma; aklımda geceden kalanlar. Şarap gene işini iyi yapıyor, bizi keyifli bir bütüne dönüştürüyor. Bir başka işini iyi yapan da Kavaklıdere; onun güzel insanları, bu muhteşem bağlar, şaraphane, alt yapı, seyir terası ve ağırlandığımız bağ evi.

Sabahın erken saatinden beri ayaktayız, yolculuk, bağlar, şarap ve temiz hava gözkapaklarımızı ağırlaştırmaya başlamışken otel odalarımızda bulduğumuz sırt çantası ve içindeki bağcı makası, tel, eldiven, şapka ve tişört sabah gideceğimiz bağ bozumunu müjdeliyor.
Sabah erkenden belirlenen sıralarda hep birlikte budamaya başlıyoruz. Hemen yan sırada bağ bozan bölgenin güzel sesli işçi kadınlarından içli türküler dinliyoruz. Birinde kavuşamadığı sevgilisine içli bir ağıt var. Hava güzel. Başkanımız tişörtünü giymiş hevesle çalışıyor. Hepimiz becerikliyiz ve biraz sonra İpek Hanım Çiftliğinden gelen olağan üstü taze ve ekolojik ürünlerle hazırlanacak kahvaltıyı hak etmeye gayret ediyoruz.
Kahvaltıyı takiben o sihirli an geliyor. Hepimize haritalar, künyeler veriliyor ve biz adımıza kayıtlanacak omçamızı aramaya başlıyoruz. Bulan künyeliyor ve hemen diğerleri ile kıyaslamaya başlıyor. Baştada söylemiştim, en güzeli O, altıncı sıranın kırkikincisi.  Bunu kutlamak gerektiği düşünüldüğünden Pembe Köpük şişelerinin boyunları sabraj ile uçuruluyor ve şerefe kadeh kaldırıyoruz.
Artık şöyle bir oturup, elimizde kadehlerle gün ışığında daha bir belirginleşerek farklılıklarını ortaya koyan parselleri, kıvrımları, güzellikleri birbirimize gösteriyor, bize anlatılan daha alçaklardaki Akdeniz iklim etkisi görülen Pendore 1 bölgesi ile daha yükseklerde yer alan karasal İç Anadolu etkisindeki Pendore 2 bölgelerini ayırt etmeye çalışıyoruz.
Sonra üzümlerle dolu kasalar traktöre yükleniyor ve hep birlikte şaraphaneye gidiyor ve biraz önce topladığımız üzümlerin ayıklanarak işlenmeye başlamasına tanık oluyoruz. Şaraphaneyi işine aşık olduğu konuşmasından çok net anlaşılan önolog Semril Zorlu ile geziyoruz, her şeye merakla burnumuzu sokuyoruz, fermantasyon tanklarından, preslere, malolaktikden aktarmalara kadar tüm detay sorularımızı sabırla yanıtlıyor. Ardından tankların arasında henüz fıçılanmamış taze Pendore’leri yine tanklardan tadıyoruz. Fıçı kavında ise 2011 Pendore Shiraz’ın derinliği ve kapasitesi bizleri etkiliyor. Ben en çok girişin karşısındaki sol köşede bulunan fıçıyı beğeniyorum. Levon gene kardeşliğini gösteriyor ve bir kez daha çekiyor fıçıdan kadehimi doldurmak için. Ben daha da ileri gidiyor o fıçıyı hep birlikte yüklenip otobüse koymayı bile düşlüyorum.:)

Gezimizin anısını her daim canlı tutacak olan narince fideleri hediye ediliyor her birimize. Döner dönmez balkonlarımızda, bahçelerimizde en korunaklı köşelere dikilmek üzere.
Artık yola koyulmalı, şarap ve keyif turumuzu arkeoloji ile biraz daha zenginleştirmeli. Ama önce acıkan karınlarımızı bölgeye özel lezzetli odun köfteler ile yatıştırıyoruz. Ardından kısa bir yolculuktan sonra Sart (Sardis) antik kentine varıyoruz. M.Ö. 700 ile M.S. 700 yılları arasında tam 1500 yıl önemini koruyan Lidya başkenti Sardis. Paktolos (Sart) çayından elde edilen altınlarla gittikçe zenginleşen Lidya’nın ünü dünyaya yayılmış kralı Krezus (Karun)’un ülkesi. Verimli Gediz ovası, yüksek yaylalarındaki güzel bağları ve altının gücü ile parıldayan bu uygarlık, başkenti Sardis’de tiyatro, hamam, stadium, gymnasium, kilise, sinagog ve güzeller güzeli Artemis tapınağını inşa ederek zenginlik ve lüks içinde yaşamışlar. Zaman dilimindeki bu hızlı geçişe ve rehberimizin anlattıklarına konsantre olmamızı ev sahiplerimizin sunduğu buz gibi Altın Köpük kadehlerinin kolaylaştırdığını da eklemeliyim unutmadan. Artemis tapınağına gelir isek; orası bir düş, bir mucize gibi. Uzun ekseni ilerideki jeolojik mucize peri bacası küçük üçgen tepeciklere bakan tapınak, onu çevreleyen sağlıklı bir bağ ve  tümünü yukarıdan sahiplenen Zeus’un İda’sı benzeri Bozdağ ile yanıbaşında ona ulaşmaya çalışan İonic başlı mermer sütunlar.
Pendore’nin ışığı buraya kadar geliyor. Dedim ya düş.
Ve bize, Şarap Dostları Derneği’ne bu düşü yaşatan Kavaklıdere ve onun güzel insanlarına teşekkürlerimizle…

‘Bu makale Karaf Magazin’in Ocak-Mart 2013 tarihli 53 nolu sayısında sayfa 76-77’de yayınlanmıştır’.

9/13/2013
Yorum